Şehir içindeki ikinci önemli tepe. Şekli bir şeker çuvalına benzediği için bu isim verilmiş. Burası şehrin en güzel seyredilebileceği yer. Manzara Kambur Tepesi’nden görünenden çok daha büyüleyici.
Boşlukta yürüyen teleferikle önce bir tepeye ardından Sugar Loaf’a ulaşılıyor. Doğu tarafından bakıp uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu’nu seyredebilirsiniz. Diğer taraflarda Okyanusla bütünleşmiş şehir manzarası var.
Kuzey yakada, hemen burnunuzun ucunda gibi, suyun üzerine inşa edilmiş hava alanı. Dakka başı pistten kalkıp hemen önünüzden gökyüzünün derinliklerine yükselen uçaklar... piste süratle inip suya kadar gelmeden frenleyip duran uçaklar...
Gölün yakınlarında ticaret ve iş merkezlerini içinde barındıran gökdelenler... Yemyeşil doğa örtüsü ile kaplı adeta suların içinden fışkırmış tepeler, tepecikler...
Amazon Ormanlarının bir küçük kopyası gibi... 3200 hektar genişliğindeki Tropik Orman (Tijuca Forest) alanı... Rengarenk ağaçlarla dolu bu orman alanını da bir ciple dolaştık... zenci şoförümüz ve beyaz rehberimiz eşliğinde... Rio’da 30 derece sıcaklık varken orman içinde 15 dereceye düşen ısı ile adeta üşüdük...
Şeker Çuvalı Tepesi’nde bu yöreye özgü meyvelerin sularını içtik... Mango suyu, acai suyu... Koca bir pala darbesiyle üstten bir delik açılıp içilen kokonat suyu, kaju suyu içenler de vardı...
10) Favela’lar
Brezilya’daki büyük şehirlerin favelalarını (gecekondu mahalleleri) herkes duymuştur.
Zengin, varlıklı yerleri gördükten sonra bir de şehrin bu öteki yüzünü görmeyi arzu ediyoruz.
Yakın zamana kadar buralar her türlü pis işlerin yuvası halinde imiş. Polisin girebilmesi de mümkün olmuyormuş. Anlaşma sağlanmış, devlet yardım etmiş, bölge turizme açılmış ve ziyaret edilebilir hale gelmiş. Onlar gelen turistlere yaptıkları el işlerini, resimlerini satıyorlar. Evlerinin içini gezdiriyorlar, bu şekilde para kazanıyorlar.
Buraları görünce bizim gecekonduları düşünüp “halimize bin şükür” diyor insan. Bir çukur oluşturan yuvarlak dağın yamaçlarına üstü üstüne yığılmış kibrit kutusu misali odalar, odacıklar. Bir tek ağacı, yeşil alanı yok, aralarında sokak yok, daracık geçitlerden geçip hayli uzaktaki ana yola çıkabiliyorsunuz. Güneş görmüyor. Banyo, çeşme suları ortalarda akıyor. Kaçak elektrik, telefon hatlarının gelişigüzel çekilmiş kablolarını görüyorsunuz.
Ruhumuz daralıyor. “Bir an önce çıkıp gidelim, buradan” diye söyleniyoruz rehbere. Rehber hala bize mahallenin pisliklerini anlatmaya çalışıyor. Dar, dehliz gibi ara geçitlerden çıkıp bir yola kavuşunca “çok şükür” diyoruz. Rehber ise köşede açıkta bekleyen içi mektuplarla dolu bir kutuyu gösteriyor ve “bakın” diyor “bu kutuda mahalleye gelen mektuplar var, herkes buraya gelip kendi mektubunu seçerek alıyor.”
Şehir nüfusunun %20’sinin bu tip gecekondularda yaşadığını öğreniyoruz.